10 Ağustos 2012 Cuma

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 14 Temmuz 2012 - Pazar



Sabah 6’da avara, hedef Göçek.  Aslında Bozukkale’yi hedeflemiştik ama Ayhan “kaçkeretekneyleburalaragelecezuleyn” diyerek istek parçası gönderdi, ben de kaptan ve navigatör (!) olarak rotayı Göçek olarak belirledim.  Dalga ve rüzgar yine tam karşıdan geliyor.  Aslında nefis yelken havası var ama hedeflere ulaşmak lazım, hay bin kunduz, bu tekne transferinin de bu kötü yanı var, gitmelisin, gerekirse dalgaya ve nefis rüzgara karşı, onların sana sunduğu keyfi elinin tersiyle iterek.
Fethiye açıklarında “hadi denize girelim” dedim, atladık denize.  Hakan Navionics’e göre yaklaşık 1050m civarında derinlikolduğunu söyledi, insan önce bir ürperiyor.1000m, üff..
Neyse deniz macerasından sonra yine yola koyulduk.  İlk terslik burada başladı.  Önce tekneyi anlatayım.  Teknemiz Fransız üretimi Challenger 30, 1982 model.  First 32’ler gibi (Eski Lotus) nefis bir su altı hattı var, dalgalara çarpmıyor,yarıyor.  Bu da doğal olarak teknenin ön kamarasının biraz dar olmasına yol açmış.  Zaten başka da kamara yok, salonda iki adet genişçe koltuk yatak olarak kullanılabiliyor.  Benim adetim havuzlukta yatmaktır, ama ancak benim sıkletimde birisi burada rahat edebilir, havuzluk koltukları oturmak için gayet ideal ama yatmak için biraz dar.  Kampçı tecrübesi lazım.  Motorumuz Yanmar 18 HP, bizim Poyraz’ın motorundan, pervane ile uyumu gayet iyi, tekne düz suda 6,5 knotu buluyor.  Otopilotumuz Memiş (Raymarine 1000), oldukça ağır olan yekeyi en sert havalarda bile gayet iyi idare etti.  Aslında ben otopilota isim takmaya gıcık olurum ama Hakan sorunca Ayhan da Memiş deyiverdi.  Memiş aşağı Memiş yukarı.  Ama kendini kanıtladı.  Teknede bir Garmin chartplotter var ama elektrik bağlantısında problem olduğu için çalıştıramadık, tüm navigasyon GalaxyTab+Navionics+Google Maps ile gayet güzel yürüdü.  Teknede tuvalet işleri biraz netameli, tuvalet baş kamaranın içinde, normalde kapı kapalıyken baş kamaraya giriliyor, sonra kapıyı baş kamaranın girişini kapatmak için kullanıyorsunuz ve baş kamara birden tuvalet oluyor.  Bu da teknenin daralan bodoslama formunun bir sonucu.  Dediğim gibi tekneyi tam anlamıyla hazırlayamadan çıktığımız için teknenin dolap ve raflarını da organize edemedik.  Bu durumda çantalarımızı dolap olarak kullandık ve içerisi sürekli olarak dağınık durumda kaldı.
Gelelim ilk tersliğe…
Tekenin su depoları sancak ve iskele koltukların altında.  Doldurma ile ilgili tüyoları tekne sahibinden telefonla aldık ve doldurduk.  Güvertede sancak ve iskelede iki dolum ağzı var, depolar da birbirine bağlantılı, bir ağızdan doldururken diğer ağzı havalık olarak kullanıyorsun.  Biz de doğal oalrak depoları doldurduk, hay doldurmaz olaydık.
Şişen iskele depo, sallantının da etkisiyle iskele yatağın dikmesini zemindeki oyuktan çıkardı, yine sallantı ile de dışarı kaydı ve yatağın kıç tarafı havaya kalktı.  Biz bu yatağı uyumak için, diğerini de çantaları üzerine koymak için kullanıyorduk.  Bu durumda sancak yatak uyumak için kullanılmaya başlandı ama iskele yatak yaklaşık 50-60 cm havada olduğu için üzerine koyduğumuz çantalar iyice dağıldı.  Bu da teknenin içini inanılmaz dağınık göstererek canımızın sıkılmasına neden oldu.  Maalesef de Datça’ya kadar tamir edemedik.
Neyse, yine kafadan dalgalı ve rüzgarı sallan yuvarlan bir seyirle Göçek’e vardık.  Ama nereye gideceğiz?  Teknede yemek pişirecek nevale yok, biryerlerde yeriz diye pek almadık.  Güzel bir makarna yaparız tabii ki, bira da bol.  Ama gönül şöyle güzel bir yemek istiyor.  Göçek’in nedense üzerimizde fena kazıklanacağız gibi bir imajı vardı.  Hasan Çetin Ağabey’in GEKO Seyir Notları derlemesini okurken Cüneyt Abim’in “hedefimiz Göbün” yazdığını okudum.  Cüneyt Abim yazdıysa vardır bir hikmeti dedim, giriş ve çıkışta da vakit katbetmemek adına Göbün harika bir durak bizim için.  Darboğaz’dan girdiğinize iskelenizdeki ilk koy.  Bu güzel yemeğin bize ne kadar güzele patlayacağını da bilse bile Mehmet’ciğim bilir dedik.  “En fazla adan başı 40-50 artı içki” deyince tamam dedik, hedef Göbün.  Darboğaz’dan girdik, ne ses kaldı ne seda.  Ne dalga kaldı ne rüzgar.  Ayna gibi bir deniz, geniz yakan bir çam-kekik-toprak kokusu ve cırcır böcekleri.  Allahım sana geliyorum. Göbün Restoran’ın iskelesine tonozla bağlandık, denizimize girdik.  Teknenin altına daldık baktık.  Nefis bir yer.  Bu arada tam havuzlukta otururken etrafı korkunç bir pissu kokusu kapladı, ama durulacak gibi değil.  Az önce de kiralık bir tekneyle 30-35 yaşlarında bir grup gelmişti.  Çocuklar “yahu en son biz geldik, bize patladı koku.  Vanalarımız falan hep kapalı” dediler, inanılmaz utanmış ve mahçup durumdalardı.  Gerçekten kendilerinin yapmadıklarından emin fakat onlar yapmış gibi olduğu için utanç içindelerdi ki duramadılar, basıp geri çıktılar.  Sonra restoran görevlileri ile konuşurken pissuyun o tekneden geldiğini söylediler, sanırım arkadaşlar tekneyi pek tanımıyorlardı veya teknik bir arıza olmuştu.  Ama inanın kızamadık, çok samimilerdi.
Neyse kokumuz dağıldıktan sonra yemeğe oturduk.  Burada da menü yapmışlar, balık çeşitleri, kalamar, karides, ahtapot seçeneklerinden birini seçiyorsunuz, yanında salata ve birkaç çeşit meze geliyor.  Hediyesi 45TL.  Üzerine de içkilerin parası geliyor.  Gelen salata ve mezeleri, hele de ahtapot ızgarayı görünce fiyata inanamadık.  Restoranın sahibinin oğlu Tolunay da 15 yaşında bir genç, yazları burada çalışıyormuş.  Halkla İlişkiler okumak istiyormuş.  Çok güzleryüzlü ve samimi insanlar.  Herkese tavsiye ederim.  Saat 22:00 civarında jeneratör sustu, 23:00 civarında da ışıkları kapattılar.  Kaldık yine yıldızlarla başbaşa, ama bu sefer denizden yansıyorlar.  İnanmak mümkün değil.
Sabah yine erkenden kalkıp marşa bastık, malum yolumuz var.  

Hiç yorum yok: