10 Ağustos 2012 Cuma

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - Sonsöz



Bizim de bu maceramız böylece sona ermiş oldu.  Hedefimize ulaşamadık, Ayvalık veya Foça’ya varamadık.  Ama hava şartları bize engel oldu.  Denizin planlara her zaman uymadığını, kendisinin ayrı bir gündemi olduğunu ve sonuçta genelde O’nun dediğinin olduğunu bir kere daha gördük.  Kendimizi ve teknemizi fazla zorlamadık, daha çok az tanıyorduk.  Zorlamanın çok daha vahim sonuçları olabilirdi.  Tekneye zarar verebilirdik, daha kötüsü birimize birşey olabilirdi.  En önemlisi Ayhan teknesini tanıdı, bizim tekneye olan güvenimizi görünce o da önceleri teknenin kozmetik durumundan dolayı oluşan moral bozukluğunu attı ve teknesine güvenmeye başladı.  Bizim gibi halihazırda teknesi olani hem de farklı tip tekneleri olan iki tiple tekneyi tanımaya başlaması da bizim naçizane tecrübelerimiz ve görüşlerimiz doğrultusunda teknesinin artılarını eksilerini ve yapılacak işleri daha da net tespit etme olanağı buldu.  Bizim için de güzel bir tecrübe oldu.  Tek ve en byük hatamız tekneyi hiç tanımadan, alelacele yola çımamız oldu.  Doğru dürüst yelken açmadan, demir atıp toplamadan, motorunu test etmeden yola çıktık.  Yapılacak iş değil, ben kendime "ulan Umut, senin gibi dırdır ve evhamlı adam bunu nasıl yapar?” diye sordum durdum, ta ki Üçağız-Göçek arası motorun ve otopiloyun kendini ispat etmesine ve Simi kanalında yelkenin ve armanın kendin ispat etmesine kadar.  Bu acele çıkış tekneyi doğru dürüst toparlayamamamıza, temizleyememize ve dolayısı ile konforumuzun yerinde olmamasına yol açtı.  Tekne iç mekandaki ciddi miktardaki ıvır zıvır ile bir kalabalık içindeydi, bu da insanın gözünün ve sonuçta kendisinin yorulmasına yol açıyor.  Bunda Ayhan’ın herhangi bir suçu yoktu tabii ki, ona da söyledim, “Tekne bu halde satılır, ama bu halde teslim edilmez”.  Bizim yapmamız gereken çok basitti.  Finike’de bir tam gün kalıp tekneyi iyice toparlayıp, kısa bir motor ve yelken seyri yapıp, otopilotu ve demir/ırgat sistemini kontrol edip öyle çıkmaktı.  Bu bize başta yarın gün kaybettirecekti, bunu da doğrudan Finike-Göçek ayağını yaparak telafi edebilirdik bile.  Ama bu acele çıkış sebebiyle yapmadığımız işler ve teknenin kozmetik durumunu düzeltmemiş olmamız, hava koşullarının yanı sıra tekneyi Bodrum’da bırakmak zorunda kalmamıza yol açan sebeplerden biriydi belki de, zira teknede özellikle de 3 adamın olduğu teknede konfor önemli.  Dokunduğunuz yerin temiz, baktığınız yerin düzenli olmaması moral motivasyonunuzu oldukça etkiliyor.  Bu da önünüzdeki yoldaki zorluklara karşı daha az dirençli olmanıza yol açıyor. 
Neyse, bizi güvenli şekilde Bodrum’a ulaştıran güzel gayık OREA’ya teşekkür etmek lazım.  Yine 18 HP Yanmar’a ve Memiş'e (Raymarin 1000) teşekkürü eksik etmemek lazım.  En büyük teşekkür de Ayhan’a, tekne alarak aramıza katıldığı, bize bu olanağı sunduğu ve teknesini bize teslim ettiği için.
Sevgiler

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 19 Temmuz 2012 - Perşembe



Havuzlukta yatmanın sonucu, gece sağanaklarla sürekli uyandım, iyi de oldu, biraların etkisi de geçti.  2-3 kere kalkıp demiri, yan tekneleri ve tonozu kontrol ettim, sorun yok.  Sıkıntılı havalarda kalkıp kontrol etmek önündeki  2-3 saatlik uykunun daha tatlı olmasını sağlıyor.
5’de uyandım, hava fena esiyor.  Ahaliyi de uyandırdım, kısa bir görüş alışverişinden sonra burada kalmaya karar verdik.  Hava esmeye devam ederse Knidos’da kalırız, keyfimiz yerinde, yerimiz güzel.  Varsın Bodrum’a Cuma günü gidelim.  Uyumaya devam.
6:30 gibi kalktım, hava tısss.  Hiçbirşey esmiyor.  Hemen tuvalet ihtiyaçlarımızı da giderdik ve yola çıktık.  Önceki gece bize risk yaratacak şekilde demir atan tekne de rahat edememiş olacak ki biraz daha ileri demir atmış, hiçbir sıkıntı olmaz.  Demirimizi aldık ve yola çıktık, hedef Bodrum ama Bodrum’un neresi?
Babamı aradım, Gündoğan barınağında yer sordu maalesef olumsuz.  Ama bizim koyda (Küçükbük) sağlam tonoz var, elde var bir.
Ayhan da tanıdıklar vasıtasıyla yer ve kaptan bulmaya çalışıyor.  Olacak gibi, biz son kozumuzu yani Cüneyt ve Caner Ağabeyleri henüz kullanmadık.  Eminiz herşey çıkmaza girse de bizi bir şekilde biryerlere bağlarlar.  Neyse, sonunda Ayhan’ın eşinin tanıdıkları ile sorun çözülüyor, önce Bodrum Belediye limanı olan bağlama yerimiz Gümbet olarak değişiyor.  Gümbet’de kıyıya paralel yüzer iskele yapmışlar, iskelenin içi yelkenlilere uygun değil, topuklar var.  Oraya da girdik ve oturduk, o ayrı hikaye Description: !*. .  Sonunda bir görevli geldi, içeriye giremeyeceğimizi söyledik.  Bizi iskeleye aborda etti, salimen bağlandık.  Ama çok dalga var, koya giren çıkan tekneler de çok sallanmamıza yol açıyorlar.  Burada kalmak keyifli olmayacak gibi.  Ayhan da 2 gün tatil yaparız diye eşini çağırdı, bize de yol gözüktü.  Ayhan kaptanla konuşmaya gitti, biz de eşyalarımızı toplamaya başladık ki telefon çaldı, “neredesinin len?”.  Cüneyt Abim, yine bizden önce davranmıştı.  Aslında benim planım Bitez’e girip Karabiber’in etrafında iki tur dönüp hacı olmaktı ama bağlanma yeri belirsizliği sebebiyle vazgeçtim.  Cüneyt abim bizi geldi aldı, meeeeşhur Sünger Pizza’da nefis bir pizza ısmarladı ve sonra da teknemize geri bıraktı.   

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 18 Temmuz 2012 - Çarşamba



Ama Murphy çalışıyor, ben saati kurmuşum ama alarmı devreye almamışım.  Hakan ve Ayhan da uyuyunca uyanmam 7’yi bulmuş.  Hakan ile konuştum, o da Özge teknesinin sahibi Ahmet Ağabey ile konuşmuş, hava pek iyi gözükmüyor Knidos’un yukarlarında.  Ayhan da uyanmadı daha.  Bunu mantıklı bir şekilde hepimizin dinlenmeye ihtiyacı olduğu şeklinde yorumladık ve uykuya devam kararı aldık. 
Tabii ki konforun bir sonucu bu, hepimiz teknede kalmış olsaydık eminim ki 6’da fırlar ve hemen yola çıkardık.  Otelde kalmak herpimize rahat geldi ve konsantrasyonu ve motivasyonu bozdu.  Bu tip gidişlerde en öncemli şey motivasyon.  Deniz domuz har har gidebiliyor insan motivasyonu bozmazsa, her ne hormon salgılıyorsak fiziksel yetersizlikler veya yıpranmalar da bastırılıyor.  Ama gideceğin yere vardığında, iş bittiğinde vücut hepsinin öcünü alıyor.  Sen misin beni zorlayan, sen misin oranı buranı vuran diyerekten acısını günler süren bir yorgunlukla alıyor.  O sebeple bu süreci hafifletmek için yolculuk sırasında da besin diyetine ve dengesine dikkat etmek, gerekiyorsa vitamin desteği almak, bol su tüketmek gerekiyor.  Özellikle seyir esnasında alkol tüketmemek ve redbull benzeri enerji içeceklerinden uzak durmak gerekiyor.

Kahvaltıda oturup bir durum değerlendirmesi yaptık.  Hava kötü, risk almaya gerek yok.  Ayhan da aynı görüşte.  Bu durumda Bu akşam da bu coğrafyadayız, en iyi olasılıkla Knidos.  Haliyle Bodrum ertesi akşama, yani Perşembe akşamına kaldı.  E ilk başta Cumartesi günü İstanbul’a dönüşe başlamamız konusunda anlaşmıştık.  Malum Pazartesi iş güç başlayacak, dinlenmek lazım.  Seçenek fazla kalmadı.  Perşembe akşamı en iyi olasılıkla Didim’e gidebiliriz.  Didim’den sonraki ayak da Sisam veya Fournoi idi.  Cumartesi döneceğimiz için de tekneyi buralarda bırakamayız, en yakın alternatif Kuşadası.  Tabii ki bunu Ege’deki fırtınayı dikkate almadan söylüyorum, havanın bizi nerelere atacağı hiç belli olmaz.  Belki Didim’den burnumuzu çıkaramayacağız.  Göçek-Bozukkale arası seyirden sonra hava tahminlerine de güvenimiz kalmadı.  Bu durumda Bodrum daha bir parlak gözüküyor gözümüze.  Sebebi hem bağlanma olanaklarının daha fazla olması, Ayhan’ın tekneyi yukarıya getirecek kaptanı bulmak için tanıdıklarının falan olması ve tekneyi kaptana kendisinin teslim edebilcek olması.  Halbuki Didim veya kuşadası olsa oralarda tanıdık yok ve kaptanı hemen bulma durumu daha zor.  Bu durumda Ayhan’ın ya tekrar gelip tekneyi teslim etmesi gerekecek, ya da kaptan alacak getirecek.  Ama bu da riskli ve kaptanın gelip tekneyi almasına kadar vakit geçecek, daha fazla bağlanma ücreti ödemesine yol açacak.  Nitekim kararımızın doğru olduğu Bodrum’a varınca ortaya çıktı.
Neyse, acelemiz yok.  Kahvaltı sonrası tekneye vardık.  Derledik, topladık.  Ben botu kıça doğru alırken araya bir laf girdi, bot kaçtı gitti.  Ben denize atlamak için t-shirt ve gözlüğümü çıkardım, botu yakaladım.  Ama gözlüğümü yerinde bulamadım, daha doğrusu fosil halde buldum.  Ayhan üzerine basmış  Description: :(  Araya bir de bu iş girdi.  Aslında lens takıyorum seyirde ama bazen batıyor, rahatsız ediyor, gözlük şart.  Datça’nın tek gözlükçüsünde camlara uyan bir çerçeve bulduk ve gözlük işini hallettik.  Özge teknesi ile birlikte 12:30 gibi avara olduk.  Bağlama ücreti bizim tekne için 40 TL.  Hedef Palamutbükü, Ahmet Ağabey bize de mendirekte yer ayırtmış.   Hava güzel, rüzgar çok az.  Vaktimiz var yelken yapalım dedik ona bile rüzgar yok.  Telefonla Knidos’a devam eden Ali Nasman ile konuşuyoruz, “Palamutbükü’nü geçtim, 20-25 esiyor” diyor. Allah allah...  Gerçekten Palamutbükü’ne yaklaştıkça rüzgar bindirmeye başlıyor, bize gönderdikleri yere demir atıp kıçtankara yanaşıp bağlanıyoruz.  Geldik ama burası fena.  Mendirekin tam karayla birleştiği yerdeyiz, dipte taş olduğu için yaklaşamıyoruz pasarella da kısa kaldığı için ancak yan tekneden inip binebileceğiz.  Mendirekte denize girmek mümkün değil, su kirli.  Açıkçası can sıkıcı.  Oy birliği ile Knidos’a gitmeye karar veriyoruz, Knidos’a geldikçe hava iyice bindiriyor.  Bu arada hem yukarıdan aşağı gelen hem de yukarı devam edecek tekneleri Knidos’a sığınıyor, resmen yarış var.  Biz telefonla iskelde bir yer rezerve ettiriyoruz.  Büyük olasılıkla da demir atmakla falan uğraşmayacağız, iskeleye aborda olacağız.  Sabah erken yola çıkacağımız için de işimize geliyor, demir al, başkası üzerimize demir atmasın(veya tersi  Description: 9kly3 ) derdi yok.  Ayrıca Knidos’da zemin genelde eriştelik, demirimiz de Bruce, eriştelikte zor tutuyor, hava da var, demir atarsak bir de kum zemin bulma stresi var. 
Knidos’a varınca iskeleye doğru yöneliyoruz, gerçekten yerimiz hazır.  Hakan dümende, ama iskeleye değil tekneye aborda olacağız anlamış, bağlanacağımız yerin hemen öncesindeki tekneye yaklaşıyor.  Bu durumlarda hakikaten çok açık konuşmak lazım, ben “aborda olacağız” demiştim, Hakanda bunu “tekneye aborda olacağız” anlamış.  Ufak bir detay ama bizi çok etkiledi.  Herşeyi, sadece gerçeği ve tüm açıklığıya konuşmakta fayda var.  Tabii teknenin abordasından iskeleye yönelince Hakan açıyı tutturamadı, elimde halat teknenin burnunda karaya atmak için bekliyorum, bu arada da Ayhan iskeleye bağlanmak yerine alargada kalamk istediğini söyleyince gaz verdik ve tam ben “amman burası sığ” dedim ve kuma oturduk.  Neyse kolayca kurtulduk ve koyun batısına neredeyse son kolay demir yerine demir attık, büyük şans eseri demiri kuma da tutturduk, bol kaloma verdik zira sert rüzgar var.  Bir de karadan koltuk aldık, rahatız.  Ama hatalıydık.  Neden mi, eğer bir yere bağlanmaya karar verdiysen öngöremediğin bir engel yoksa oraya bağlanacaksın.  Düzgünce bağlandıktan sonra eğer orada memnun değilsen diğer alternatifleri de daha rahat tartıp çıkar başka biryere bağlanırsın.  Biz şans eseri son kalan düzgün demir yerini bulabildik, ama bulamayabilirdik de.  Ortada kalırdık çüknü biz çıktıktan 5dk sonra başka bir tekne gelip bizim yerimize bağlandı.  Bizden sonra demir atanlar çok ciddi uğraştılar, hele eriştelikte Bruce demirle hiç şansımız yoktu, ancak yedek demir olan Danfort (o da yan sanayi) demirle değiştirip tutturmayı deneyecektik.  Ben uzun süre söylendim, Ayhan da gönlümü almaya çalıştı, sonuçta barıştık tabii ki Description: :) .  Zira bizden sonra 2-3 tekne demirimizin üzerine demir atacak gibi oldu, ertesi sabah çıkacağımızı söyleyip zincirimizin üzerine atmalarına engel olmaya çalıştık. 
Denize girdik stresi attık, bu arada demiri de kontrol ettik.  Bruce demir kum için ideal.  Üç çenesi eşit büyüklükte, hangisi saplanırsa demir gayet iyi tutuyor.  Tam 5m suya 30-35 m zincir döşedik, tam tornistan verip tüm zinciri kaldırınca bile sadece demir bir tekneyi tutuyor.  Azıcık güven geldi tabii ki.  Dahası, teknenin hemen burnunda zeminde bir tonoz gördük, kare şeklinde, 1m’lik bir tonoz, herhalde bir 200 kilo vardır.  Hemen ona da bağlandık işi sağlama bağladık.  Yük demirde, demirin yükü bosa atılmış şekilde koçboynuzunda, ek olarak da tonozumuz var.  Gece ne eserse essin rahatız gibi görünüyor.  Hakikaten de gece rüzgar bindirdikçe bindirdi, Cüneyt abim de dediydi, restoran ile harabelerin arasından esiyor.  Tekne hafif bordadan alıyor, demire de dolayısı ile falz ayük biniyor ama sıkıntı yok gibi. Bir tekne yaklaşık 2-2.5 saat dolandı, oraya demir attı beğenmedi, buraya demir attı beğenmedi.  Sonunda geldi tam da biz yemekteyken bizim hemen önümüze demir attı, botla gittim baktım demirleri bizim ilerimizde ve zincirleri paralel gözüküyor, problem yok.  Rüzgar dönerse zincirlerinin bizim demire takılma olasılığı var ama adam yaklaşık 70 yaşında, eşi de var bir 60, hava da karardı artık laf etmenin anlamı yok, önemli olan güvenle demirlemeleri, varsın biz ge çıkalım.  Zaten onlarla da konuştum, durumumuzu anlattım, sıkıntı olursa uyandırabileceğimizi ve problem olmayacağını söylediler.  Biz de rahatladık.
Akşam yemeğimizi de yedik ve yatışa geçtik, sabah 5’de avara.

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 17 Temmuz 2012 – Salı



Aslında planımıza göre bu akşam Bodrum’da olmalıydık.  Gündoğan’ı zorlayacaktık, ben de hem bebelerimi görebilecek hem de bizim koya tekneyle girme fantazimi gerçekleştirecektim.  Ama maalesef olamıyor.  Neden mi?
Öncelikle önceki günkü seyir herkesi ciddi yıprattı, bu seyirlerde kişilerin tek tek değil grubun toplam fizik ve moral kondisyonunu gözetmek lazım.  Her ne kadar ben fiziksel kondisyon sevyesini yukarı çeksem de genelde ciddi yorgunluk hakimdi.  Hani ben de kasayım gideriz desem bu sefer bir gün sonra benim de haşatım çıkardı.  Ayrıca teknede yapılması gereken onarımlar vardı, bunun için ne malzeme ve en önemlisi de dışarıdan nasıl bir yardım gerekeceğini şu anda bilemiyorduk.  Eğer Ayvalık hedefine ulaşmak istiyorsak hidrofor onarılmalıydı.  Yatağın zaten mutlaka onarılması gerekiyordu, hepimizin moralini çökerten bir görüntü vardı kabinde.  Ayrıca mazot ve nevale alışverişi de gerekiyordu.  Yine 3-4 gündür duş yapamamştık,  insan bir su dökünmek istiyor.  Bu sebeplerle rotayı Palamutbükü yerine Datça olarak belirledik.  Arada Simi kanalında güzel havayı yakalamışken ilk kez ana yelkenimizi de açtık ve nefis bir yelken seyri yaptık.  Hakikaten teknenin yelken seyri ve dengesi de müthiş.  Çok büyük bir cenoası olmasına (~%150 falan) rağmen orsaya da çok iyi giriyor. 
Öğle saatlerinde Datça’ya vardık.  Sinan Cankut kardeşimiz bağlantılarını kullanarak bize belediye limanında yer ayarladı, demir atıp kıçtan kara olduk.  Elektriğimiz ve suyumuz bağlandı.  Liman görevlileri çok yardımcı ve güleryüzlü.  Tam soluklandık falan derken yanımıza bir tekne bağlandı, baktık Gezgin Korsan bayrağı.   Gökhan Yurtsever ailesi ile birlikte tekne kiralamış.  Onunla da hoşbeş ettik.  Malum duş, WC gibi sorunlarımız mevcut.  Datça şehir merkezinde de bunları gidermek zor.  Ayrıca yorgunuz biraz.  Bu sebeple bu geceyi bir otelde geçirmeye karar verdik.  Yemek sırasında ilanlardan Mehmet Ünsalan ağabeyimizin resim sergisi açtığını gördük.  Sergi bir otelin altında, gittik ama akşama doğru açacakmış.  Otel de gözümüze güzel gözüktü 3 adet odayı tutuverdik.  Görmemişler gibi de daldık odalara duş, klimaaltındadurupohhbbeeeedeme ve hafiften kestirme ihtiyaçlarımızı giderdik.  Arada Mehmet Ağabeye de uğrayıp hayırlı olsun dedik, nefis resimleri gördük, güzel muhabbet ettik.  Sonra akşam yemeğimizi, nevale alışverişini, mazot takviyesini ve en önemlisi de yatağın tamiratını hallettik.   Bunun için öncelikle şişme su tankının boşaltılması gerekiyordu ve hidrofor çalışmıyordu.  Neyse ki ayak pompası da vardı, bir şekilde suyun bir miktarını tahliye ederek su tankını mıncıklanır hale getirdik.  Tankı deli bağlar gibi bağladık ve üç kişi ittire kaktıra yatağı yerine taktık.  Sallan yuvarlandan tekrar aynı duruma gelmemesi için baş iyice sağdan soldan vidaladıktan sonra eskisinden bile sağlam oldu. Ama biz de bittik yahu, o sıcakta üç tane herif tekne içinde, püfffff...
Bu arada Ege’de fırtına var, söylemiş miydim?
Bu da bizi etkiliyor tabii ki, malum yatçılarda da her kafadan bir ses çıkar.  “oooooo, acayip hava var, 4-5 esiyor, sağanaklarda 6 bile gördük”.  Bunu diyen de 44 ft katamaran.  Ulen diyorum kendi kendime, aklımdan da bu sırada da bofor skalasını geçiriyorum, biz 4-5 esse de yelkene çıksak diyoruz İstanbul’da.  Ama Ege Yat Rallisi’nin 2-3 gün ertelendiğini ve teknelerin de Mikonos’da kaldıklarını öğreniyoruz, demek ki yukarılarda ciddi birşeyler oluyor.  Sabah 6’da uyanıp en geç 7’de yola çıkmamız lazım.  Hedef Bodrum.

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 16 Temmuz 2012 – Pazartesi



Dedik ya yolumuz var, yolun varsa göreceğin de varmış.  Tüm hava tahmin siteleri bugün için 7-10 knot arası Batı ve Karayel veriyor.  Ama istisnasız hepsi.  Yok yaaa?  Görelim bakalım.
Bizim de hava durumuna bararak yaptığımız planımız şuydu, ki yapılabilir gözüküyordu.  Sabah erken çıkış, 13:30 gibi Bozukkale’de yemek molası ve akşama da Palamutbükü veya Hayıtbükü.  Göçek’den sessiz sakin bir havada çıktık, Ama her şey Kapıdağı burnunu dönene kadarmış.  Rotayı Bozukkale’ye çevirdiğimiz anda dalga ve rüzgar tam karşıdan gelmeye başladı.  Sürekli serpinti ve dalga bizi oldukça hırpaladı.  En azından cenoa’yı açalım dedik, hem rotamızı oldukça saptırdı hem de tekneyi yatırdığı için kıç mataforada taşıdığımız botun da suya girerek daha büyük bir rahatsızlık vermesine sebep oldu.  Dalgada suya giren bot mataforaya ciddi yük bindiriyordu, mataforaya gelecek zarar sadece botu taşıyamamamıza değil, mataforaya bağlanmış olan kıç ıstralyayı da kaybetmemize yol açabilirdi.  Riske girmedik ve dalgaya karşı motorla tam yol devam ettik.  Bu ciddi dalga ve rüzgarda teknenin nefis su altı tasarımı sayesinde sadece ve sadece 4 veya 5 kere küüüüüüüttttt diye suya vurduk.  Diğer hepsinde tekne dalgayı yararak geçti. Bu boydaki daha yeni tasarım teknelerde durum fena olurdu, patır kütür giderdik.   Baş-kıç yapla tabii ki oldu ama tekne suya vurmadığı için bizi o kadar da yıpratmadı.  Otopilot da tüm bu seyir boyunca harika görev yaptı, hiç kaçırmadı ve arıza yapmadı.  Burada bir tecrübe daha edindik, hava sıcaklığı ne olursa olsun serpinti insanı fena yapıyor. Bildiğini üzere kolonya’nın insanı serinletmesi kolonyadaki alkolün buharlaşması için vücudumuzdan ısı çekmesi sonucu olur.  Serpinti de benzer şekilde insan vücuduna etki ediyor.  Küçük küçük su taneleri kıyafetlerinize ve vücudunuzun açık bölgelerine geldiğinde hemen buharlaşmaya çalışıyor.  Eğer kıyafetleriniz ıslanır ve vücudunuza temas ederse bu ısıyı sizden çekiyor.  Buna uzun bir süre maruz kalırsanız da farkına varmadan üşümeye başlıyorsunuz, mazallah hipotermiye kadar yolu var.  Gerçekten bunu yaşadık, Bozukkale’ye 3 saat falan kala ben üşümeye başladığımı hissettim, hemen montumu ve su geçirmez pantalonumu giydim ve durumu toparladım.  HakanZ ise devam etti ve Bozukkale’ye girdiğimizde ciddi şekilde üşümeye başladı, bir süre yattı, üzerine battaniye örterek hem de.  Çok dikkatli olmak lazım.  Daha uzun bir maruz kalış ciddi sorunlara sebep olabilir.
Sonuçta 13:30 gibi varabileceğimiz planladığımız Bozukkale’ye ancak 19:00 gibi vardık.  Düz veya hafif dalgalı denizde ortalama 6-6.5 knot olan hızımız 4 knot’a düştü.  Son saatlerde rüzgar 30 knotlara, dalga boyu da 2m’lere  dayanmıştı.  Kardeşim, bu nasıl hava tahmini?  10 knot nere, 30 knot nere?  Hem de 2-3 gün öncesinden değil, daha bu sabah bakmışım, pencereden de bakan kimse yok mu? 
Yolda sürekli olarak telefonlaştığımız canım dostum, bebeklik arkadaşım Yeşim Şavk ve Serdak Şavk, arkadaşları ile birlikte kiraladıkları tekne ile Serçe limanındalardı, onlar da daha rahat olur ve görüşürüz diye Bozukkale’ye gelmiş ve kıçtan kara olmuşlardı.  Yine hafif stresli geçen bir demirleme manevrasının ardından güzelce kıçtan kara olduk, koltuk halatımızı kayaya Yeşim bağladı.  Denizimize girdik ve botla restorana gidip güzelce yemeğimizi yedik.  Daha sonra Yeşimler de bize kahve aşamasında katıldılar, keyifli bir sohbetle geceyi tamamladık. 
Ertesi sabah yine yol, yine yol...

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 14 Temmuz 2012 - Pazar



Sabah 6’da avara, hedef Göçek.  Aslında Bozukkale’yi hedeflemiştik ama Ayhan “kaçkeretekneyleburalaragelecezuleyn” diyerek istek parçası gönderdi, ben de kaptan ve navigatör (!) olarak rotayı Göçek olarak belirledim.  Dalga ve rüzgar yine tam karşıdan geliyor.  Aslında nefis yelken havası var ama hedeflere ulaşmak lazım, hay bin kunduz, bu tekne transferinin de bu kötü yanı var, gitmelisin, gerekirse dalgaya ve nefis rüzgara karşı, onların sana sunduğu keyfi elinin tersiyle iterek.
Fethiye açıklarında “hadi denize girelim” dedim, atladık denize.  Hakan Navionics’e göre yaklaşık 1050m civarında derinlikolduğunu söyledi, insan önce bir ürperiyor.1000m, üff..
Neyse deniz macerasından sonra yine yola koyulduk.  İlk terslik burada başladı.  Önce tekneyi anlatayım.  Teknemiz Fransız üretimi Challenger 30, 1982 model.  First 32’ler gibi (Eski Lotus) nefis bir su altı hattı var, dalgalara çarpmıyor,yarıyor.  Bu da doğal olarak teknenin ön kamarasının biraz dar olmasına yol açmış.  Zaten başka da kamara yok, salonda iki adet genişçe koltuk yatak olarak kullanılabiliyor.  Benim adetim havuzlukta yatmaktır, ama ancak benim sıkletimde birisi burada rahat edebilir, havuzluk koltukları oturmak için gayet ideal ama yatmak için biraz dar.  Kampçı tecrübesi lazım.  Motorumuz Yanmar 18 HP, bizim Poyraz’ın motorundan, pervane ile uyumu gayet iyi, tekne düz suda 6,5 knotu buluyor.  Otopilotumuz Memiş (Raymarine 1000), oldukça ağır olan yekeyi en sert havalarda bile gayet iyi idare etti.  Aslında ben otopilota isim takmaya gıcık olurum ama Hakan sorunca Ayhan da Memiş deyiverdi.  Memiş aşağı Memiş yukarı.  Ama kendini kanıtladı.  Teknede bir Garmin chartplotter var ama elektrik bağlantısında problem olduğu için çalıştıramadık, tüm navigasyon GalaxyTab+Navionics+Google Maps ile gayet güzel yürüdü.  Teknede tuvalet işleri biraz netameli, tuvalet baş kamaranın içinde, normalde kapı kapalıyken baş kamaraya giriliyor, sonra kapıyı baş kamaranın girişini kapatmak için kullanıyorsunuz ve baş kamara birden tuvalet oluyor.  Bu da teknenin daralan bodoslama formunun bir sonucu.  Dediğim gibi tekneyi tam anlamıyla hazırlayamadan çıktığımız için teknenin dolap ve raflarını da organize edemedik.  Bu durumda çantalarımızı dolap olarak kullandık ve içerisi sürekli olarak dağınık durumda kaldı.
Gelelim ilk tersliğe…
Tekenin su depoları sancak ve iskele koltukların altında.  Doldurma ile ilgili tüyoları tekne sahibinden telefonla aldık ve doldurduk.  Güvertede sancak ve iskelede iki dolum ağzı var, depolar da birbirine bağlantılı, bir ağızdan doldururken diğer ağzı havalık olarak kullanıyorsun.  Biz de doğal oalrak depoları doldurduk, hay doldurmaz olaydık.
Şişen iskele depo, sallantının da etkisiyle iskele yatağın dikmesini zemindeki oyuktan çıkardı, yine sallantı ile de dışarı kaydı ve yatağın kıç tarafı havaya kalktı.  Biz bu yatağı uyumak için, diğerini de çantaları üzerine koymak için kullanıyorduk.  Bu durumda sancak yatak uyumak için kullanılmaya başlandı ama iskele yatak yaklaşık 50-60 cm havada olduğu için üzerine koyduğumuz çantalar iyice dağıldı.  Bu da teknenin içini inanılmaz dağınık göstererek canımızın sıkılmasına neden oldu.  Maalesef de Datça’ya kadar tamir edemedik.
Neyse, yine kafadan dalgalı ve rüzgarı sallan yuvarlan bir seyirle Göçek’e vardık.  Ama nereye gideceğiz?  Teknede yemek pişirecek nevale yok, biryerlerde yeriz diye pek almadık.  Güzel bir makarna yaparız tabii ki, bira da bol.  Ama gönül şöyle güzel bir yemek istiyor.  Göçek’in nedense üzerimizde fena kazıklanacağız gibi bir imajı vardı.  Hasan Çetin Ağabey’in GEKO Seyir Notları derlemesini okurken Cüneyt Abim’in “hedefimiz Göbün” yazdığını okudum.  Cüneyt Abim yazdıysa vardır bir hikmeti dedim, giriş ve çıkışta da vakit katbetmemek adına Göbün harika bir durak bizim için.  Darboğaz’dan girdiğinize iskelenizdeki ilk koy.  Bu güzel yemeğin bize ne kadar güzele patlayacağını da bilse bile Mehmet’ciğim bilir dedik.  “En fazla adan başı 40-50 artı içki” deyince tamam dedik, hedef Göbün.  Darboğaz’dan girdik, ne ses kaldı ne seda.  Ne dalga kaldı ne rüzgar.  Ayna gibi bir deniz, geniz yakan bir çam-kekik-toprak kokusu ve cırcır böcekleri.  Allahım sana geliyorum. Göbün Restoran’ın iskelesine tonozla bağlandık, denizimize girdik.  Teknenin altına daldık baktık.  Nefis bir yer.  Bu arada tam havuzlukta otururken etrafı korkunç bir pissu kokusu kapladı, ama durulacak gibi değil.  Az önce de kiralık bir tekneyle 30-35 yaşlarında bir grup gelmişti.  Çocuklar “yahu en son biz geldik, bize patladı koku.  Vanalarımız falan hep kapalı” dediler, inanılmaz utanmış ve mahçup durumdalardı.  Gerçekten kendilerinin yapmadıklarından emin fakat onlar yapmış gibi olduğu için utanç içindelerdi ki duramadılar, basıp geri çıktılar.  Sonra restoran görevlileri ile konuşurken pissuyun o tekneden geldiğini söylediler, sanırım arkadaşlar tekneyi pek tanımıyorlardı veya teknik bir arıza olmuştu.  Ama inanın kızamadık, çok samimilerdi.
Neyse kokumuz dağıldıktan sonra yemeğe oturduk.  Burada da menü yapmışlar, balık çeşitleri, kalamar, karides, ahtapot seçeneklerinden birini seçiyorsunuz, yanında salata ve birkaç çeşit meze geliyor.  Hediyesi 45TL.  Üzerine de içkilerin parası geliyor.  Gelen salata ve mezeleri, hele de ahtapot ızgarayı görünce fiyata inanamadık.  Restoranın sahibinin oğlu Tolunay da 15 yaşında bir genç, yazları burada çalışıyormuş.  Halkla İlişkiler okumak istiyormuş.  Çok güzleryüzlü ve samimi insanlar.  Herkese tavsiye ederim.  Saat 22:00 civarında jeneratör sustu, 23:00 civarında da ışıkları kapattılar.  Kaldık yine yıldızlarla başbaşa, ama bu sefer denizden yansıyorlar.  İnanmak mümkün değil.
Sabah yine erkenden kalkıp marşa bastık, malum yolumuz var.  

S/Y OREA Finike-İstanbul yolculuğu - 13 Temmuz 2012 – Cuma & 14 Temmuz 2012 Cumartesi



Yolculuğun ilk ayağı İstanbul-Antalya-Finike ulaşımı idi. Antalya’dan bizi Ayhan’ın yeğeni Cem karşıladı, Cuma akşam saatlerinde Finike’ye vardık.  Aslında planımız Cumartesi erken Rodos hedefi ile yola çıkmaktı ama kısa sürede bunu mümkün olmayacağını gördük.  Teknenin motor bakımının yapılması ve ufak tefek onarımlarının yapılması ayrıca market alışverişinin yapılması gerekiyordu.  Biz de Cuma akşamı hiç zorlamadık, Cumartesi sabahı motor bakımı yapıldı, alışveriş yapıldı, LPG tüpleri ve detantörü değişti, tekne temizlendi, çöpler atıldı.  Hazırlıklar ancak bitti ve 16:15’de avara olduk.  Aslında hedefimiz Kaş’tı ama varışımız gece yarısını bulacaktı, o sebeple rotayı Taner Özer’in de önerisi ile Üçağız olarak değiştirdik.
Finike marina ve genelde Finike hafiften unutulmuş ve durgun biryer.  Marina oldukça güzel ama bayağı boş.  Genelde Türkiye kıyılarına gelip uzun süre biryere bağlanmayı tercih eden yabancı yatçılar var.  Bunda Finike-Antalya arasının yaklaşık 150 km olmasının da rolü var mutlaka. Yol da hakikaten yıpratıcı. Ama buralara geldiğinizi tekne marinaya bağlıyken burnundan denize atlayınca daha iyi anlıyorsunuz.
Bizim bu tekneyi getirmemiz aslında itiraf etmek gerekirse biraz acele oldu.  Aslında ideali bu transferden önce gelip tekneyi önce eksikleri ve yapılacakları listelemek, daha sonra iyice elden geçirmek, eksiklikleri gidermek ve bir avazda gelip hemen çıkıp gitmek.  Bu eksik giderilmesi transferin hemen öncesine geliyorsa hem insanın iki ayağı bir pabuca giriyor hem de her zaman karşılaşılabilecek arıza veya eksiklikle insanın canını daha bir fazla sıkıyor.  Bizde de öyle oldu, hepi topu yerinden çıkmış bir hortum, LPG detantörü değişimi, temizlik gibi basit işler moralimizi bozdu.  Bunun yanında tekne sahibinin bizim geliş zamanımızı yanlış anlaması ve buluşamamız ve teknedeki tüm sorularımızın cevaplarını telefonla almak zorunda olmamız da can sıktı.  İnsan bu durumda hiç bilmediği bir ekipmanı (burada tekne oluyor) karşısında bulunca ve anlatan da kimse olmayınca bir güvensizlik duygusuna kapılıyor.  Aslında teknenin bizim teknelerden bir eksiği veya fazlası yok ama hani “vardır bir ince noktası belki” sorusu insanın kafasını kurcalıyor.  Bizim de bayağı kurcaladı.  Neyse, tüm bu işler bitince bu güvensizlik yerini “hadigidelimuleyn” dürtüsüne bıraktı. 
Yola çıkmak güzel bir şey, bende sürekli bunu erteleme dürtüsü var nedense.  Bugün yol öncesinde yemeğimiz yerken “bana kalsa yarın sabah çıkardım” deyiverdim.  Neden bilmiyorum ama herhalde bir şekilde bir düzen kurunca bunu bozmak bana zor geliyor.  Neyse allahtan bu fikrimde en ufak bir ısrarım yoktu, tabii ki yola çıkacaktık ve çıktık.
Finike’den çıkınca Bunda burnunu bordalamak için ~180 dereceye dümen tutmak gerekiyor.  Biz tam çıkmaya yakın esmeye başlayan rüzgar 16-17 knotlara oturdu ve tam kafadan, yani Güneyden gelmeye başladı.  Bayağı da dalga kaldırdı.  Arkamızdan çektiğimiz bot su almaya başladı, o dalgada botu mataforaya almak bizi bayağı uğraştırdı.  Burnu bordaladıktan sonra rotayı 240 dereceye çevirdik ve akabinde dalga kesildi, herhalde bu burun dalgayı kaldırıyordu.  Bu sayede hem otopilot rahatladı hem de seyir hızımız 6 knotlara (motorla tabii ki) oturdu. Rüzgar da döndü ve yine kafadan geliyor, batı esiyor.  Bu havayı İstanbul’da bulsak ne güzel yelken yapılırdı.  Saat 18:00 civarında Üçağız’da demir attık, denize girdik.  Üçağız’ın kapalı bir koy olmasından dolayı deniz oldukça bulanık, 5-6m’ye attığımız demiri görmek mümkün olmadı.  Ama toplarken gördüğümüz kadarı ile dip balçık.  Üçağız’da pekçok restoran var, hemen hepsinde açık büfe uygulaması var, 15 civarında meze seçeneği sadece 12 TL.  Üstüne beyaz ve sarı sıvılar eklenince bile İstanbul ile karşılaştırıldığında gayet ekonomik bir yemek seçeneği.  3 kişi 100 TL hesap ödedik.
Yemekten sonra tekneye gidince havuzlukta oturduk ve bütün yıldızlar kafamıza indi, bu ne güzellik, uzun zamandır bu kadar çok yıldız görmemiştim.  Her türlü tatilde illa ki biryerlerden birtakıım ışıklar gelip yıldızların görünmesini engelliyor.  Böyle bir hobimiz veya yaşam şeklimiz olduğu için şanslıyız sanki.
Daha önce de anlattığım gibi baştaki Rodos planımızı iptal ettik.  Plan şu şekilde.
13 Temmuz Cumartesi  – Üçağız
14 Temmuz  Pazar – Göçek
15 Temmuz  Pazartesi –  13:30 Bozukkale
         Akşama Palamutbükü/Hayırbükü
16 Temmuz Salı – Bodrum
17 Temmuz Çarşamba – Sisam’ın batısı veya Fournoi (bu şekilde HakanZ’nin yunanadalarınadagidelimulen talebi de karşılanmış olacak)
18 Temmuz Perşembe – Çeşme (denk gelirse Foça)
19 Temmuz Cuma – Ayvalık (tekne burada kalacak)